17 Haziran 2015 Çarşamba

ÖLDÜRELİM Mİ?


İnsanların kendilerinden daha güçsüz (ya da sadece silahsız mı demeliyiz?) olan canlılara karşı garip bir zaafı var. Onları öldürmeye bayılıyor! Hayvansal gıda tüketmeden, kürk ya da deri giymeden, hayvanat bahçesi gezmeden yaşayamayan bir türüz vesselam. Bugün meselemiz doğal ortamları (efendim?) olan sokaklarda yaşayan hayvanlar değil okuyucular. Kürkler, sirkler, orman katliamı da değil. Bol bol kolesterol için hayvanları tecavüz askılarında süründürmemiz ya da havasızlık ve stresten birbirlerini öldürmelerini izlememiz hiç değil. (Ama isterseniz sizi “Mezbahaların cam duvarları olsaydı herkes vejetaryen olurdu.” Sözüyle tanıdığımız Paul McCartney’in şu videosuna alabiliriz: https://www.youtube.com/watch?v=ql8xkSYvwJs  )
Hemen koltuklarımıza geçip, türcü maskelerimizi çıkarıyoruz ve kendimizi yukarıda bahsi geçen durumların hepsinin işkence olduğunu kabul ederken buluyoruz. Çünkü yolumuz çok başka, yolumuz yol değil.  Hayvanların deneylerde kullanılması hayvan sömürüsüyle ilgili en tartışmalı mevzu. Bunun nedeni diğer sömürü çeşitlerinden farklı olarak bir kısım deneylerin keyfilikten gerekliliğe kayan bir konuma sahip olması. Bunun en bilindik örneği kanser araştırmaları. Ancak hayvanlar üzerinde yapılan deneylerin çok çok büyük bir kısmı tamamen gereksiz.  (kozmetik ürünlerinin tavşan gözlerinde denendiği Draize testleri, psikolojik deneyler ve daha niceleri)  
Harry Harlow 1905-1981 yılları arasında yaşamış, Madison kentinde Primat Araştırmaları Merkezi’nde görev yapmış  bir psikolog. 1965’te “Son on yıldır, doğumlarından itibaren çıplak tel kafeslerde tuttuğumuz maymunlar üzerinde kısmi toplumsal tecritin etkilerini inceliyorum.” Demiş. Bunu da maymunları doğduktan birkaç saat sonradan başlayıp 3., 6. veya 12. Aya kadar hiçbir canlıyla etkileşimde bulunamayacakları çelik odalara kapayarak yapmış. Sonuç gerçekten bugün kullandığımız bütün teknolojileri, insanlığın doğuşundan şu güne kadar psikolojiye dair elde ettiğimiz tüm veriye bedel: “Hayatın ilk dönemlerinde yeterince şiddetli ve uzun süreli bir tecrit, bu hayvanları birincil toplumsal tepkinin korku olduğu bir toplumsal-duygusal düzeye indirgemektedir.” (Proceedings of the National Academy  of Science, 1965)
                Tabi ki Harlow bununla yetinmemiş. Anne yoksunluğu araştırmaları yapmak için yapay canavar anneler üretmiş. Ne olursa olsun yüksek basınçlı hava çıkaran bez annesine sarılmak isteyen maymunu görünce, bebek maymunu inanılmaz derecede sarsan bir anne yapmış. Yine mi olmadı? Tel çerçeveye sarılı bir yapay anne yapmış ki hayvanı istediğinde itebilsin. Bebekler yine anneye sarılma güdüsüyle hareket edince ise kirpi anne yapmış ki, bir anda çıkan dikenleriyle yavru maymunu uzaklaştırabilsin. Ve maymun, dikenlerin içeri girmesini bekledikten sonra annesine yine sarılmış. Burdan ne anladık? Anneler dünyanın en kutsal varlıkları. Bunu Harlow olmadan anlayabilecek miydik? Tabi ki hayır!

Harlow anlayamamış olacak ki gerçek bir canavar anne yaratmanın peşine düşmüş. Tecritte büyüttüğü dişi maymunlar kendi istekleriyle anne olmayınca onları tecavüz askılarına asarak (evet günümüzde ineklerin çiftleşmesi için kullanılanlar da tecavüz askıları) hamile bıraktırmış. “...maymunlar acımasız ve öldürücüydü. En sevdikleri numaralardan biri dişleriyle bebeğin kafasını kırmaktı.” ( Engineering and Science, 1970) Tüm araştırmalarından sonra aşırı bilimsel ve kırk yıl düşünsek aklımıza gelmeyecek sonuçlara ulaştıktan sonra daha fazla araştırma yapmak gerektiğine kanaat getirmeyi tabi ki ihmal etmemiş kendileri.
                Anlatılan olayların yılları güncel değil. Ancak bu değerli psikoloğun yetiştirdiği öğrenciler, onların öğrencileri derken zihniyetin hala sürdüğünü tahmin etmek güç olmaz.  Anne yoksunluğu deneyleri başladıktan sonraki otuz yıllık süreçte ABD’de bu türden 250den fazla deneyde 7000i aşkın hayvan kullanıldı. Hatta o kadar çok düşünmeye bile gerek yok. Hayvanlar ve deney konusu açıldığı anda ‘Diyelim ki ölmek üzeresin. Ya hayvanların üzerinde denenen bir ilacı kullanıp yaşayacaksın ya da öleceksin. Ne yaparsın?’ bakış açısıyla tüm  zulümleri görmezden gelen pek çok insanda Harlow’un vicdansızlığının ufacık da olsa bir parçasını görmek mümkün. ‘Temperli Kedi Hayvanları Deneylerde Kullanmalı mı Kullanmamalı mı Komitesi’ olarak kafamızı en çok kurcalayan soru ise şu: Eğer yapılan tüm deneyler işe yarıyorsa kullanılan hayvanlar ve insanlar arasındaki benzerlik su götürmez bir gerçek. O halde neden kendi türümüze bu kadar yakın başka türlere eziyet ediyoruz? Bu, kendi türümüze eziyet etmekten tam olarak ne kadar farklı olabilir? Yapılan deneyler işe yaramıyorsa, neden bizden bu kadar farklı canlılara gereksiz yere işkence yapıyoruz?

*Bu yazıda Harlow’un yaptığı deneylerle ilgili bilgiler Peter Singer’ın ‘Hayvan Özgürleşmesi’ adlı kitabından alınmıştır.

YANSIN ÇİNGENELER!

“Yolları olduğu gibi koruduk!” dedi gururla ‘Kentsel Dönüşüm Uzmanı’. Evet, bunu gerçekten dedi. 2005 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Fatih Belediyesi ve TOKİ ortaklığıyla kabul edilen bir proje. Buradaki ‘ortaklık’ failleri işaret ediyor aslında. Kurulan inisiyatifler, açılan davalar, iptal edilen projeler, hazırlanan alternatifler, yardım çığlıkları. Yıl olmuş 2014. Ölen ölmüş, dönüşen dönüşmüş, kovulan kovulmuş; sağ kalmamış.
Kentsel dönüşüm furyası tüm hızıyla sürmekte. Balat, Emek Sineması, Haliç Tersaneleri, Tarlabaşı... Saymakla bitmeyen projelerin özünde tek bir slogan var: ‘Yeni bir yaşam merkezi!’ Kim için? Nasıl bir yaşam? Görevini birazcık yanlış anlayan devletimiz Robin Hood’un kötü ikiz kardeşi edasıyla fakirden alıp zengine vermeye devam ediyor. Sulukule örneklerden sadece biri.

İnsanların evlerini korkutarak, kandırarak, zorbalıkla ellerinden alıp onları parasını ödeyemeyecekleri, içine girip yaşayamacakları ve hatta ulaşamayacakları yeni yerlere gönderirseniz ne olur? Geri gelirler! Çünkü sokağın ne demek olduğunu bilen bir insan apartmanın tepesinden bakamaz dünyaya. Kapısının önünde çekirdek çitleyen, komşusuyla muhabbet eden bir kadının midesini bulandırır merdivenler. Ve en önemlisi toprak yiyen bir çocuk bilir dört duvar ile oynanmadığını. Evet, evleri dönüştürebilirsiniz, kent dokusunu dönüştürebilirsiniz, hatta yaşamları dönüştürebilirsiniz; ama bazı insanları dönüştüremezsiniz.
Sahi tam olarak neyi dönüştürüyorlar ki? Sulukule özelinde bu soruya verilebilecek en doğru yanıt ‘renkleri’dir sanırım. Sarı, mavi, yeşil, turuncu, mor, kırmızıyı alıp kahverengi ve beyaza çevirdiler. Birbirinin aynısı, sıra sıra evler yaptılar. İçlerinde  birbirinin aynısı insanlar oturacak sıra sıra. Yollar korundu ama! Üzerinde oynayacak çocuk, kenarında oturacak insan olmadıktan sonra o yollar ne işe yarayacaksa? Sulukule öyle bir yer ki,  500 yıl boyunca çingenelerin evi olmuş. Onlarla birlikte eskimiş, dönüşmüş ama karakterini kaybetmemiş. Adı her söylendiğinde herkesin aklında aynı imgeyi canlandırabilmiş yıllar boyunca. Şimdinin Edirnekapısı ise dibindeki tarihi surlara inat herhangi bir tatil beldesine koysanız sırıtmayacak bir proje. Temperli Kedi olarak üşenmedim, sizin için koydum Sırıtmadı. 


ALTERNATİFLERİ ALALIM



Ağır kapitalizme maruz kalmış genç dimağlarının olmazsa olmazıdır s**tir olup gitmek. Duvarların arasında geçen ömürlerimiz en azından bir kere bu isteğe şahit olmuştur: Aslında her şeyi bırakıp gideceksin uzaklara!” Fazla teknoloji bunaltır adamı çünkü. Fazla kapitalizm burnunu tıkayıp ağzına huniyle su döküyorlarmış gibi hissettirir. Ama insan bir boğulma hissi bağımlısıdır aynı zamanda. Kuşatılma alanlarının birinden çıkayazarken ötekinde bulur kendini. Ve şikayet etmek dışında bir şey yaptığı pek görülmemiştir. İnsan, bir köklerini salma meraklısıdır.
Bu kadar dibe battığımızdan olsa gerek, farklı oluşumlar da hızla çoğalıyor. Birileri gerçekten alternatif barınma, beslenme şekilleri deniyor. Burada bahsi geçen şey tabi ki organik modası değil. Organik diye satılan şeylerin çoğunun saçmalık olduğu artık bilinen bir gerçek. Tür içi ayrımlar o kadar arttı ki, bazı insanlar maaşlarını hevesle beklerken (biliyorum onlar da kapitalizme, emperyalistlere ve yahudilere çok kırgın), bazıları saman balyalarından ev yapıyor. Eğer biraz daha evrimleşmeyi başarabilseydim, çok daha fazlasından bahsederdim. Ancak burnumuzun dibinde var olup da çoğumuzun haberdar olmadığı yerlerden sadece birini seçebildim.
Lisinia Doğa adında bir Yaban Hayatı Merkezi var Burdur’da. İnternet sitesinde yazan bilgilere bakılırsa 2005 yılında Veteriner Hekim Öztürk Sarıca tarafından Burdur Gölü’nün kıyısında temelleri atılmış. Doğadaki tüm canlı ve cansız varlıklar arasındaki sonsuz uyumu,özellikle son 30 yılda doğanın kirlenmişliği ve bunun yansıması olarak da ortaya çıkan kanseri gören Sarıca, kendini adadığı doğal hayatın sürmesi ve gelecek nesillere aktarılması için kolları sıvamaya karar verir.Merkez projeleriyle alternatifin peşinden koşuyor. Lisinia hiçbir maddi destek almadan çalışmalarına devam ettiği için burası gönüllü olarak çalışabileceğiniz bir yer. Eğer burada çalışmak isterseniz kalacak yer ve yemeğiniz karşılanıyor. En azından gidip biraz toprakta yalınayak koşmalık bir yer gibi duruyor.

Bir yandan yarın nasıl kalkacağımı düşünüp bir yandan bunları yazarken Thoreau utanmadan Ormana gittim çünkü bilerek yaşamak istedim. Yaşamın yalnızca asıl gerçeklerine yönelmek ve öğretmiş olduğu şeyleri öğrenip öğrenemediğimi görmek için ve bir de ölüm kapımı çaldığında, aslında hiç yaşamamış olduğumu düşünmemek için gittim ormana…” diye bas bas bağırıyor 160 sene öncesinden. Benimse elimde paket kuru meyvelerim, glutensiz bisküvilerim ve bana organik diye kakaladıkları tavuk b*klarımla kafam çok karışık.